Ömer Rıza Doğrul'un Kaleminden

Âkif'in Evi


Fatih'te Millet Kütüphanesinin bitişiğindeki Ali Emirî Efendi sokağından Kıztaşı'na doğru inerek sağa saptınız ve Sarıgüzel'e doğru ilerleyerek Sarınasuh sokağına vardınız mı, Fatih yangınında kül olan ve bugün meçhul bir şahıs tarafından ekildiği göze çarpan bir arsa ile karşılaşırsınız. Mehmed Âkif'in doğduğu ev buradaydı. Bu ev Âkif'in anası Emine Şerife Hanıma aitti ve merhumeden oğlu ile kızı Nuriye Hanıma intikal etti. Halâ da Âkif'in veresesiyle Nuriye Hanım’ın uhdesindedir.

Âkif'in Vâlidesi


Âkif'in doğduğu sırada bu ev yedi sekiz odalı, beş yüz arşın bahçeli bir yarı konaktı. Bu konak, Âkif'in annesi Emine Şerife Hanım’a, ilk kocası olan Şirvanlı Derviş Efendi’den kalmıştı. Buharalı Tâcir Mehmed Efendi’nin kızı Emine Şerife Hanım Tokat'ta doğup yetişmiş daha sonra Şirvanlılar’dan Derviş Efendi ile evlenerek evvela Amasya'ya sonra İstanbul'a gelmiş, İstanbul'da Sarıgüzel’deki evine yerleşmişti.
Şerife Hanım’ın Derviş Efendi’den iki erkek bir kız çocuğu doğduysa da erkekler vefat ettikten sonra babaları da Hakk’ın rahmetine kavuşmuş ve Şerife Hanım genç bir yaşta, ağlebi ihtimal otuz yaşlarında dul kalmıştı. Âkif'in babası İpek'li Tahir Efendi, bu sırada ona talip oldu ve onunla evlendi. Tahir Efendi’nin kırk yaşına vardığı zaman evlenmiş olduğu tahmin edilebilir. Çünkü Âkif'in on dört yaşına vardığı sırada vefat eden Tahir Efendi’nin 54 yaşında ölmüş olduğunu kızı Nuriye Hanım temin ediyor.
Emine Şerife Hanım, sağlam bünyeli, sağlam seciyeli, anlayışlı, tecrübeli ve derin görüşlü bir kadındı. Hacca gitmesi itikadının bütünlüğünü açığa vuran en kuvvetli delildir. Bu büyük ve o zaman zahmetli olan zaferi ihtiyar etmek için yalnız para harç etmek değil, uzun bir yolculuğun katlanılmaz güçlüklerine, vapur ve kara yolculuğundan başka deve sırtında seyahat gibi işkenceye tahammül etmekle gerçekleşiyordu. Bir kadının bu malî ve bedenî güçlükleri hor görmesi, evini bırakıp aylarca uzayan bir yolculuğu göze alması çok olgun bir dini şuur sahibi olmasını icab ederdi. Emine Şerife Hanım da bu ayarda bir insandı. Onun dini şuurunu bütünleştiren amiller arasında ilk doğan üç çocuğunu kaybetmesini de hesaba katmak icab eder. Belki Emine Şerife Hanımı hacca gitmeğe sevk eden bir sebep de, Kâbe'nin eteklerine sarılarak, bir daha bu acı kayıplara uğramamak için Allah’a yalvarmaktı. Fakat Emine Şerife Hanım, Tahir Efendi ile evlendikten sonra, ilk kocasının son yadigârı kızını da kaybetti. Bu ölümün de Emine Şerife Hanım’ı isyana sevk ettiğini sanmak beyhûdedir. Çünkü itikadının bütünüyle temayüz eden Şerife Hanım bu acıya tahammül ettikten sonra Âkif'i doğurdu ve oğlunun doğması ona en büyük teselliyi verdi, ona, geçen bütün matemlerini unutturdu.

Âkif'in Babası


Âkif'in babası olan Tahir Efendi, Fatih dersiâmlarındandı. Âkif, Âsım adlı eserinde Köse İmam’ın diliyle (Tahir Efendi’nin) babasını ''İpek’in köylüsü, ümmi bir adam” diye tarif eder. İpek'in köylüsü olan bu ümmî ve Köse İmam'ın mübalağasına göre yarı vahşi olan bu adamın oğlu olan Tahir Efendi, köyünden kalkarak İstanbul'a gelmiş ve burada tahsil görmek istemiş, yalnız kendine güvenerek çalışmış, hayatın her eza ve cefasına dayanarak ve kimseden yardım dilemeyerek uğraşıp didinmiş ve nihayet meramına ermişti.
İstanbul'a geldiği zaman kaç yaşında olduğunu bilmediğimiz bu adamın, Köse İmam'ın mübalağalı lisanından öğrendiğimize göre ilme vakfettiği hayatı elli senedir. Demek ki İstanbul'a geldiği sıralarda on yaşlarında idi ve bu adam, kırkına varmadan Fatih Müderris (Profesör)lerinden olmuştu. Fatih müderrislerinden olmaksa o zaman bir mesele idi. Çünkü o zamanın telâkkisine göre ilim “Fatih” te idi. Fatih'ten kalkarak Şehzadebaşı'na kadar inmeğe tenezzül ederdi. Fakat daha aşağıya ancak ilmin serpintileri varabilirdi. Hakiki ilim kaynağı Fatih'te idi ve burada yetişenler, burada müderrislik payesine erenler, tam manasıyla ilim adamı sayılırlardı. Bu telâkkiyi göz önünde bulundurursak, İpek'in köylüsü ümmi bir adam olarak İstanbul'a gelen hiçbir hâmisi bulunmayan ve yalnız kendi emeğine, kendi gücüne ve kendi seciyesine güvenen Tahir Efendinin, Fatih dersiâmlığına yükseldiği günü, hayatının en bahtiyar günü saymak icab eder. İpek'in köylüsü adam “verese-i enbiya” makamına ermiş ve köyünden çıktığı gün tasarladığı gayeye varmıştı. Kuvvetli bir adam olduğu muhakkaktı.
Tahir Efendi’nin arkadaşları arasındaki şöhreti, onun seciyesi hakkında bize mühim bir ipucu veriyor. Çünkü aynı adı taşıyan Tahir'lerden ayırt edilmek için “Temiz Tahir Efendi” diye anılıyordu. Demek ki tahsil için medresede geçirdiği seneler sırasında 'temizlik' ile temayüz etmişti. Medrese hayatında temizlik ile temayüz etmek ise kolay bir iş değildir. Çünkü bu temizliğe bizzat, temin etmek ve onun icab ettirdiği bütün zahmetlere doğrudan doğruya katlanmak zarureti vardır. Üstünü başını yıkamak, odasını silip süpürmek, yemeği pişirmek, bulaşığını yıkamak velhasıl temizliğin bütün zahmetlerine şahsen katlanmak lâzımdır. Tahir Efendi bunların hepsini yaptığı için arkadaşları arasında temizliğiyle temayüz etmiş ve sonuna kadar Temiz Tahir Efendi diye tanınmıştır. İhtimâl ki, onun Emine Şerife Hanım’la evlenmesini kolaylaştıran en belli başlı âmil, temizliği yüzünden kazandığı bu şöhrettir. Çünkü Emine Şerife Hanım da her mânasıyla temiz bir kadındı ve karı koca her bakımdan birbirlerine denktiler.

Âkif'in Doğumu


Tahir Efendi ve Emine Şerife Hanım’ın evlenmelerinin ilk semeresi, Mehmed Âkif'ti. Âkif Hicret’in 1290 (1873) yılının Şevval ayında, demin tarif ettiğim yedi sekiz odalı ve beş yüz arşın bahçeli evde doğdu.
Babası, ebced hesabiyle tarih düştüğü için ona “Rağıyf” ismini vermişti. Fakat bu ismin telâffuzundaki güçlükten fazla mânasının kolaylıkla anlaşılmaması “Âkif” şeklini almasına ve bu ismin temelleşmesine sebep olmuştur.
Âkif'in validesi “Oğlumu dört yıllık dört aylıkken mektebe verdim” derdi ve Âkif hakikaten dört yaşında tahsile başlayarak Fatih civarında Emir Buhâri Mektebini ve Merkez Rüştiyesini (ortaokul) ikmal etti. Rüştiyedeki muallimleri içinde hayırla, merhametle andığı şahsiyetlerden biri Hoca Kadri Efendi idi ki, sonraları Mısır'da Kanûn-i Esasî gazetesini çıkartmış, daha sonraları da Paris'e gitmişti.
Âkif bu sırada da mektep tahsiliyle iktifa etmedi. Çünkü evde babasından Arapça okuyor, babasıyla gezdikçe onun ilminden istifade ediyordu. Bu yüzden Âkif “Hakkın Sesleri”ni yazdığı sırada babasından bu şekilde bahseder: “O benim hem babam, hem hocamdır. Ne biliyorsam ondan öğrendim”
Âkif, rüştiyeyi bitirdikten sonra mekteb ve meslek seçmek hususunda serbest bırakıldı. O da Mülkiye’yi (Siyasal Bilgiler Fakültesi) tercih etti ve Mülkiye’nin idadî (Lise) kısmına girdi, üç sene sonra şehâdetnamesini (diploma) aldı ve Mülkiyenin âli (yüksek) kısmına geçti. Pederinin vefatı bu sıraya tesadüf eder (1888-89). Aileye, yani anasıyla, kendisinden dört yaş küçük olan kız kardeşine (Nuriye Hanım) bakmak yükü onun sırtına yükleniyordu. Âkif'te tahsilini bir an evvel bitirip maaşa geçmeğe ve ailesine yardım etmeğe karar verdi. Bu kararı tatbik edebilmek için bu sırada kurulan Mülkiye Baytar Mektebine girdi, mektebin iki senelik neharî (gündüz) kısmını bitirdikten sonra Halkalı'daki leylî (yatılı) kısmına geçti. Bu sırada ailenin uğradığı bir felaket, Sarıgüzel'deki evlerinin 1305'te yanmasıdır. Fakat Tahir Efendinin talebesinden olan Pirizrenli Mustafa Efendi yanan evin yerine üç dört odalı bir ev yaptırarak hocasının ailesini kirada sürünmekten kurtardı. Âkif 'de 1309 (1893)’da tahsilini ikmal ederek Halkalı'dan mezun oldu.

Memuriyet Hayatı


Aynı yıl içinde yeni teşkil edilen “Umûr-ı Baytariyye ve Islah-ı Hayvanat” şubesi umumi müfettişliğine tâyin edilerek 11 Mayıs 1913 tarihine kadar baytarlık işleriyle ve memuriyetle meşgul oldu. 1913’te memuriyetinden istifa ettiği zaman ''Umûr-ı Baytariye Müdür Muâvini '' idi.
Mektepten çıkar çıkmaz akrabasını aramak üzere İpek'e gitti ve amcalarının birkaçını buldu. Bunlar onu izaz etmişler (ağırlamışlar) ve amcaoğullarından Fazlı Efendi namında biri İstanbul'a gelerek medreseye yerleşmek istediğinden Âkif İstanbul'a döndükten sonra onu getirtmiş ve medreseye yerleştirmişti.

Evlenmesi


Âkif İpek'e yaptığı sıladan sonra İstanbul'a döndü ve 1310 da İsmet Hanımla evlendi. İsmet Hanım Tophane-i Âmire Veznedarı Mehmed Emin Bey’in ve Hamdi Efendi kızı Hasibe Hanım’ın kızıdır. Düğünleri Hırka-i Şerif'te Veznedar Konağı diye marûf olan konakta yapılmış, karı koca burada bir ay kadar kaldıktan sonra Emine Şerife Hanım’ın evine geçmişler, evlenmelerinden tam bir yıl sonra Mehmed Âkif'in ilk çocuğu olan Cemile, bu evde doğmuştu. Âkif yetişmiş aile kurmuş ve baba olmuştu. Cemile'den sonra Feride, Feride'den sonra Suad doğmuş, daha sonra sıra erkeklere gelmiş, evvela İbrahim Naîm doğmuşsa da bir buçuk yaşında ölmüş, daha sonra Emin ile Tahir birbiri ardınca doğmuşlardır. Âkif'in evlilik hayatı kırk iki sene devam etmiştir.

Çalışmaları


Âkif memuriyet hayatına girmekle beraber mesaisini yalnız memuriyete hasretmedi. Memuriyete girmeden evvel henüz mektep sıralarında iken bilhassa lisan öğrenmeği merak etmiş, Arapça ve Farsçadan başka Fransızcayı da öğrenmiş ve dört lisanın edebiyatına derinden vâkıf olmak için çalışmıştır. Kendisi fıtraten edîb bir adamdı ve çocukluğundan beri manzûm yazı yazmağa hevesli idi. Edebî kültürü genişledikçe, edebî kabiliyeti de inkişaf ediyordu. Bu yüzden onun baytarlık memuriyetlerini ifa ettiği sırada hocalık yolu ile de edebî vazifeler ifa ettiği görülüyordu.1906’dan başlayarak Halkalı'da kitabet muallimliğine tayin olunmuş,1907 de Çiftlik Makinist Mektebi Türkçe muallimliğini yapmış,1911 de Darülfunün Edebiyat Şubesi birinci sene Edebiyat-ı Osmâniye müderrisliğine tayin edilmiş, 1908’de Mülkiye Baytar Mektebi Âlîsi’nin zabıta-i sıhhiye, kitabet-i Baytariye, hukûk-ı ticariyye ve kanûn-u tıp muallimliği uhdesine verilmişse de kabul etmemiştir.
Baytarî vazifeleri onun memleketi gezip dolaşmasına sebep oldu. Edirne'de yirmi ay kaldı, Şam Halep ve Adana'da bulundu ve bu seyahatler ona memleketi ve Şark’ı tanıttı, onun fennî tahsiline ve edebî kültürüne, memleket görgüsünü ilave etti. Onu ne yazdığını yalnız bilen bir adam olmaktan, yazdığını hem bilen, hem tanıyan insan seviyesine yükseltti.

Meşrutiyet’ten Sonra


Meşrutiyet'in 1908’de İlanı Âkif'in hayatında yepyeni bir safha açtı: neşriyat âlemine girmek!
Âkif 1908 senesine kadar yığın yığın yazdı. Fakat yazdıklarının ya kendine yahut mahdut tanıdıklara münhasırdı. Meşrutiyet Mehmed Âkif'i gazete sütunlarına, mecmua sahifelerine kavuşturdu ve Türk ammesinin karşısına çıkardı. Gerçi Mehmed Âkif 1311 (1897)’de Mekteb mecmuasında, 1313 ve 1314 senelerinde Resmi Gazete'de bazı şiirlerini neşretmişti, fakat daha sonra tam on sene matbuat âleminden çekildiğini ve 1324 Meşrutiyet'ine kadar bir şey neşretmediğini görüyoruz. Meşrutiyet, onun hayatında yeni bir doğuştur. Onun en kıymetli eserleri bu devirden itibaren intişara başladı.
Meşrutiyet'in ilanı üzerine şiirlerini Sırat-ı Müstakim'de neşre başlamakla beraber memuriyetine devam ediyor, ders veriyor, Arapçadan kitaplar tercüme ediyor ve onun bu faaliyeti fasıla veya tatil tanımıyordu.1913’te memuriyetinden ayrılması dahi onun resmî vazifelerine nihayet vermemişti. Çünkü mekteblerde ve medreselerde muallimlik ediyordu Mehmed Âkif hiçbir zaman hayatını yalnız yazı yazmağa ve istediği gibi yazmağa hasredemedi. Hatta Mısır'da geçirdiği son on sene zarfında dahi buna muvaffak olamadı. Çünkü orada da Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkçe müderrisliğine tâyin olundu, ve bu işle meşgul olmadığı senelerde vaktinin en büyük kısmını Kur'an tercümesine hasretti.
Onun için Meşrutiyet'in ilânı zamanında matbuata kavuşmakla beraber resmi dairelerden ayrılamadı ve gazete ile kitabın temin ettiği telif hakkı, hiçbir vakit onun geliri arasında yer almadı. Buna rağmen Âkif'i memlekete tanıtan, memleket halkına sevdiren asıl vasfı şâirliği ve muharrirliği, bilhassa şâirliğidir ve bu tanınma Meşrutiyet'in ilanıyla başlar.

Safahat Şâiri


Âkif Meşrutiyet'in ilanı sırasında Safahat şâiri idi. Fakat Meşrutiyet'in ilanı, Osmanlı İmparatorluğunu asırlık dertlerinden, rekabetlerin oklarından, dâhili inhitatların tesirinden, çözüntü âmillerinden kurtaramadı. Memleket bu yüzden adım başında güçlüklerle, buhranlarla karşılaşıyordu ve kurtuluş çaresini arayıp bulmak, bu çareye dört elle sarılmak günün en büyük meselesini teşkil ediyordu. Bu mesele, Mehmed Âkif'i, Safahat şâiri olmaktan ayırdı ve vatan şâiri yaptı. Onun için birinci Safahat'tan sonraki bütün eserleri vatan eserleridir. Süleymaniye Kürsüsü’nde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsü’nde, Hâtıralar, Âsım; hatta Gölgeler, hep vatan eserleridir ve bu sanat eserlerinin hedefi, memleketin kurtuluş çarelerini belirtmek, bu çarelere başvurulmasını, bu çarelerin gerçekleşmesini temin etmektir.
Âkif, bütün eserlerini, memuriyet, muallimlik, muharrilik vazifeleri arasında yazıyor ve bir milletin bütün ıstırabını yüklenerek bağırıyor, yol gösteriyor, gecenin karanlığından sabahın aydınlığına kavuşmak için çırpınıyordu.

Seyahatleri


Balkan harbinden bir müddet sonra Mısır'a seyahat etti. Mısır'ı ilk defa görüyordu (23 Kânunuevvel 1328). Mısır'ı gezip dolaştıktan, yüksek Mısır'ın El-Uksur'daki eski âbidelerini temaşa ettikten sonra Mısır'dan Medine-i Münevvere'ye gitti, Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret etti ve İstanbul'a döndü (15 Kânunisâni 329).
Kendisiyle bu Mısır seyahati esnasında Kahire'de tanıştım. Memuriyetleri mani olmasaydı, Mısır'da daha fazla kalacak, Medine'den Mekke 'ye gidecek ve doya doya gezdikten sonra geri dönecekti. Ne çare ki memuriyetinden kısa bir izin koparabilmişti.

Umumî Harb


Bu seyahatlerden avdetini mütakib birkaç ay geçmeden 1914 (Cihan) Harbi başladı ve bizde bu harbe iştirak ettik. Âkif yine dersleriyle, memuriyetiyle, şiirleriyle ve yazılarıyla meşguldü. Fakat 1914-1918 Harbi içinde iki mühim seyahat daha yaptı ve birinde Berlin'i ziyaret etti, birinde Necid çöllerinden Medine-i Münevvere'ye gitti. İki seyahatte Türk ve İslam menfaatlerine hizmet için yapılmıştı. Çanakkale Harbi onun Berlin'de bulunduğu sıraya tesadüf etmiş ve şâir o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşamıştı. Bu iki seyahati, iki ölmez eserle yaşatmış bulunuyor.Umumî Harb’in son sıralarında, aziz dostu İzmirli İsmail Hakkı Bey’le birlikte Lübnan'a gitti ve orada Âliye'de Mekke Emiri Ali Haydar Paşa’nın misafiri oldu.
Bu sırada eski Meşihat-ı İslâmiyede (Dâr-ül-Hikmet-ül-İslâmiyye) adlı bir müessese kurulmuş ve Mehmed Âkif başkâtipliğine tayin olunmuştu. Âliye'den dönüşünde derslerinden ve yazılarından başka bu memuriyete devama başlamıştı. Bu Dâr-ül Hikme namına gazetelerde intişar eden yazıların bir kısmı onun kaleminden çıkmıştır.

Mütareke Devri ve Millî Mücadele


1914 Harbi son bulduktan sonra meş’um Mütakere devri başladı. Galipler, Türkiye'nin canına kıymak fikrinde olduklarını göstermişler, memlekette yer yer isyanlar, hareketler başlamıştı. Âkif derhal Balıkesir'e koştu ve oradaki mücahitlerle görüştü (Şubat 1336) orada hitabeler irad etti ve halkı kalkınmaya ve mücadeleye çağırdı. İstanbul hükümeti, bu hareketi onu Dâr-ül-hikme'den azletmekle karşıladı. Fakat Âkif yazılarına ve derslerine devam ediyor ve galiba hayatında ilk defa memuriyet kaydından kurtuluyordu.
Anadolu kıyamı başlamış ve Milli Mücadelemiz canlanmıştı. Mehmed Âkif derhal koştu ve Anadolu'ya iltihak etti. 1336 senesinin başlarında İnebolu yolu ile Ankara'ya gitti. Ankara'ya vardıktan sonra Konya'da isyan koptu ve derhal oraya koşarak isyanın bertaraf edilmesine yardım etmiş, Ankara'ya gelmiş, Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Camiinde apayrı bir şaheser olan bir mev'ize irad etmiş, bu mev'izede Sevr Muahedesi’nin bütün iç ve dış yüzünü göstermiş, bunun memleket nâmına ne demek olduğunu anlatmış, bütün Kastamonu ve civar halkı üzerinde en derin tesiri yapmış, daha sonra bu mev'izesi ayrıca kitap halinde neşredilerek memleketin her tarafına gönderilmiş ve her yerde okunmuştu.

İstiklâl Marşı


Âkif Kastamonu'dan Ankara'ya döndü (25 Kânunuevvel 1336). Kendisi Burdur Meb'usu sıfatıyla Birinci Büyük Millet Meclisine seçilmiş ve bu Meclisin bütün mesaisine iştirak etmişti.1337 senesinin 17 şubat günü İSTİKLAL MARŞI'nı yazdı ve kahraman ordumuza ithaf etti. Büyük Millet Meclisi 12 Mart 1337 günü, bu marşı kabul etti ve Âkif marş için açılan müsabakayı kazanacak olana tahsis edilen 500 lirayı da orduya hediye etti.

Mısır da:


Sakarya Harbi’nin en buhranlı sıralarında Ankara'dan hicret başladığı zaman, Sakarya'nın düşmana mezar olacağı hakkında kanaati sarsılmamış ve Ankara'dan ayrılmamıştı. “Bülbül, Leylâ, Süleyman Nazif'e Cevab” gibi şiirleri onun bu sıralarda Ankara'da yazdığı eserler arasındadır.
Birinci Meclis’in zafer kazanmakla vazifesi son bulması üzerine İstanbul'a geldi ve Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine 1339 Teşrînievveli’nde Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirdikten sonra baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır'da, yazı İstanbul'da geçiriyordu. Prens Abbas Halim Paşa, maişet derdinden kurtarmayı taahhüt etmiş, onun huzur içinde çalışmasını ve istediği eserleri yazmasını temin etmek istemişti. Paşa, bu suretle Türk irfanına ve edebiyatına büyük bir hizmet ifa ediyordu. Âkif Mısır'a gittiği ilk seneyi, gezip dolaşmakla geçirdi ve ilkbaharda İstanbul'a dönünce, kendi evine çekilip çalışmayı umdu. Fakat burada da eşleri dostları imkân vermediler Aynı yılın kışını yine Mısır’da geçirdi ve çalışmağa başladı. “Fir'avun’la Yüz Yüze” eseri hakikaten onun çalışmağa başladığını ispat ediyordu. Fakat ertesi yaz İstanbul'a geldiği zaman yeni bir resmî vazifeyle karşılaştı. Diyanet İşleri Riyaseti, Kur'an-ı Kerim 'in tercümesini ona, tefsirini Elmalılı Hamdi Efendi’ye vermek teşebbüsünde idi. Âkif'in niyeti, kendi eserlerini bilhassa “İkinci Âsım”ı yazmak ve Milli Mücadelemizin destanını yaratmaktı. Birinci Âsım'ın intişarı üzerine bizzat kendisi bu tasavvurunu söylemiş, birinci Âsım'ın intişarını Tevhid-i Efkâr'a yazarken İkinci Âsım'a işaret etmemi istemiş, bende onun dediğini yapmıştım. Kendi eserini yazmayı, Kur'an-ı Kerim-i tercümeye tercih etmesi mevzu bahis değildi. Fakat bu işi deruhte ederse, bütün vaktini ve emeğini bu işe hasrettiği halde, muvaffak olamayacak, muvaffak olamamak yüzünden, sarf ettiği vakit ve emek boşa gidecekti. Ondan sonra asıl yazmak istediği eserlere vakit kalıp kalmayacağını da Allah bilirdi. Âkif bu nokta-i nazarını anlatmak için ne kadar uğraştıysa muvaffak olamadı. Çünkü herkes onun muvaffak olacağına kâni idi ve onu bu işi üzerine alması için ısrar ediyordu. Neticede Âkif bu işi üzerine aldı ve bu işi üzerine aldıktan sonra yedi sekiz sene çalıştı. Hilvan'da adeta inziva hayatı geçirerek uğraştı ve sonunda memnun olmadı, işi başardığına inanmadığı için kendini bu mes'uliyetten ibra için çalıştı. Diyanet İşleri Reisliği de tercüme ile birlikte tefsir işini merhum Elmalılı Hamdi Efendi’ye devretti ve Âkif'i ibra etti. Birçokları onun bu sırada mahza şapka giymemek için Mısır’da kaldığını yazarlar. Hakikatte Âkif, altından kalkılamayacak büyük ve ağır bir işe bütün varlığını vermiş ve altı yedi sene bu işin azameti karşısında eriyip gitmişti. Sonunda işi yapamamış, yahut yapamamış olduğuna inanmış ve bu altı yedi sene içinde yapabileceği iş de ikinci bir Âkif'in yetişmesine kalmıştı.
Onu Mısır'da yakalayan ikinci bir resmî iş, Mısır Üniversitesinin Edebiyat Fakültesi’nde Türkçe Profesörlüğü idi.
1926’dan başlayarak Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türkçe-edebiyat okuttu. Haftada iki saatten ibaret olan derslerinden geri döndükçe Kur'an tercümesiyle meşgul oluyordu. Kur'an tercümesinin müsveddelerini tamamladıktan sonra eserin üzerinde yeniden çalışacaktı. Fakat bu sırada siroza tutulmuştu. Hastalığın ehemmiyetini birdenbire anlayamamış ve bunun bir hava tebdili ile geçeceğini sanarak Lübnan'a gitmişti (Temmuz 935). Lübnan'da sıtmaya tutulmuş ve atlatmış, buradan da Antakya'ya gitmiş fakat Mısır'a hasta olarak dönmüştü.
Artık Mısır'dan da sıkılmıştı ve memlekete dönmeyi özlüyordu. Siroz onu harap etmiş, deri kemik haline gelmişti. İstanbul'a vardığı gün en yakın dostları bile onu tanımakta güçlük çekmişlerdi. Bizzat kendisi “canlı bir cenazeden farksızım” diyordu.
İstanbul'da gayet ciddi bir tedavi gördü. Hastanede yattı, Mısır Apartmanı’nda kaldı, Alemdağı'nda (Prens) Halim Bey'in köşkünde ikamet etti. Fakat hastalığının önüne geçilemedi.
Nihayet Üstad, 26 Kânunuevvel 936 Pazar günü akşamı saat sekize doğru bu fâni dünyaya gözlerini yumdu ve ertesi gün Türk gençliğinin elleri üzerinde Edirnekapı'daki Şehîdliğe defnedildi.

Scroll to Top